MÜNEVVER ÖZGENÇ YAZDI: “DUR BE ZALİM DİYEMEDİK!”

“…Şimdi hasat ve düğün mevsimi. Akşamları alabildiğine serinlik, alabildiğine düğün. Davetiyelerde “silah sıkılmaması” ricası, bunun yerine havai fişek. Yüzlerce araçlık kornalı düğün konvoyları. Gurbetçiler büyük ölçüde gelmiş, kuyumcular tıklım tıklım. Marka mağazalar çoktan açılıp, müşterisini bulmuş. Zenginlik ve bolluk göz dolduruyor. Kaldırımlarda, dükkanlarda çoğunluğu tesettüre kaymış eli kolu dolu kadınlar, envai çeşitte türban!…”
Hep unutacak değil ya, insan belleği akıl almaz incelikler de yapar bazan.
Siz de yaşar mısınız bunu bilmem:
Durup dururken, geçmiş yaşanmışlıklardan bir anı kırıntısı, bir hatırlatma belleğimden şavkıyıp geçer birden. Mevsimin demine göre. Bir imge, çağrışım. Takvimi yoklarım, günü gününe tutar çoğunlukla. Bellek oyunları der, şaşarım.
Onlardan biri işte. Sabah sabah anımsattı yine: -Keşke sağlam bir toplumsal hafızamız olsaydı da sarssaydı bizi beş-on yılda bir o da-
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri’nden on üç yıl sonra, yaşadığımız günlerin bu harlı dağdağasında ve ülke gündeminin ne getireceği belirsiz karanlık bir ummana döndüğü yerde, okunur diye düşündüm. Affola.
Ben anı, siz yazı niyetine!.
***
Uğruna yandığımız sen değil miydin!..
22 Temmuz’un üzerinden ilk 22 gün su gibi aktı bile.
Şimdi siyasetin nehirleri başka gündemlerle çağlamakta. Benim aklım 22 Temmuz’a takılı;
22 sayısı hep güzellikler sunmuştur bana. Yaşamımın en önemli dönemeçlerinde ayın 22’si ve devamı günler uğurlamıştır beni yeniliklere, mutluluklara. Bu kez ülkem adına sonuçlara dair bel bağlayışım bu yüzdendi belki de!
Sonunda böylesi bir gönül kırıklığıyla, küsüp 22’lere ve Temmuz’a, başka bir telaşın peşinde düştük memleket yollarına. Ne haber dinlemek, ne de bir gazete sayfası açmak gelmedi içimden günlerce.
Madem ki halkım böyle istedi, alınmaktan gayrı ne düşerdi bana.
Düş kırıklığının umuda, hoyratlığın özlenene, gösterişin güzelliğe bir daha üstün geldiğini nasıl anlarım. Haraminin ezilene, ikiyüzlülüğün erdeme, sadakanın onura baskın geldiğini hangi öğretinin terazisine vurabilirim?
Çoktan biçilip, sarı saplara kalmış engin ovaların ortasında sıkışan yüreğimi sıla yollarıyla teselli ederken, uğuldayan beynimi anız ateşleriyle yüklü sıcak rüzgarlara verdim ancak!
Yollar öyle tenha, içinden geçtiğimiz yerler ve vardığımız yer öyle sakin ki! İnsanlar işinde gücünde. Sanki seçim hiç yapılmamış, bu ülkede bu halk hiç kimseleri seçmemiş. Kampanyalar, mitingler, atıp tutmalar, vaatler, anketler hiç birisi olmamış!.
Şimdi hasat ve düğün mevsimi. Akşamları alabildiğine serinlik, alabildiğine düğün. Davetiyelerde “silah sıkılmaması” ricası, bunun yerine havai fişek. Yüzlerce araçlık kornalı düğün konvoyları.
Gurbetçiler büyük ölçüde gelmiş, kuyumcular tıklım tıklım. Marka mağazalar çoktan açılıp, müşterisini bulmuş. Zenginlik ve bolluk göz dolduruyor. Kaldırımlarda, dükkanlarda çoğunluğu tesettüre kaymış eli kolu dolu kadınlar, envai çeşitte türban!
Bu ilçe, 27 yıl önceki, 25 yıl önceki yokluğa ve zorluklara direndiğimiz ilçe değil! Bu koku, bu topraklar bize dar edilmemiş. Terk edip gitmemişiz buralardan bilinmezliğe! Bu pınarlarda kaynayıp, şehrin ortasından usul usul akan bu nehirde hiç gönlüm kalmamış!.
Yakın mesafe ilçeler arası işleyen dolmuşta çok sevdiğim türküler hâlâ! Ön tarafta kucaklarında torunlarıyla oturan yaşlı erkekler, arkada kadınlar. Sarı çiçek ayçiçeğine kesmiş tarlalar boyu yol üstü köylerde arabadan sessizce inen başörtülü genç kadınlar.
Memnun gözüküyor herkes halinden. Hiç kimsenin bir şikâyeti yok gibi.
Sandıktan çıkana kırk takla atmak varken, bu bendeki iç sıkıntısı, yürek yangını neden? Açlık sınırı, işsizlik rakamları, asgâri geçim haddi, yoksulluk, hastanelerdeki perişanlık, kapıya dayanan kuraklık, yağmalanan ülke, demek hepsi benim paranoyadan muzdarip beynimin hastalıklı uydurmaları.
Daha öncesi hiç yaşanmamış!
30 yıl önce yeşertmeye çalıştığımız umutlarımız, ölümüne inandığımız insanlık düşlerimiz, acımasızca tırpanlanan gençliğimiz, ölümlere savrulan kuşağımız kimin belleğinde?
Bin dertle dertlenip uğruna yandığımız halk değil miydi?
Ve bir güzel rastlantı, bir nefes..
Nurhak Kültür Şenliklerindeyiz. Türkü ve semah bolluğu.
Bizden önceki kuşak, ülkesinin bağımsızlığını ve halkının mutluluğunu istemenin bedelini canlarıyla ödeyenler, bunun için bu dağlarda ölümü kucaklayanlar geliyor bir bir gözümün önüne.
Aklı yaşından olgun Dertli Divani ve Grup hasbihal’i dinliyoruz;
“Diktiğimiz fidanların/ Meyvesini yiyemedik.
Ne suçu vardı onların/ Dur be zalim diyemedik”
Halk ne eylerse güzel eyler teranesinde dozu arttırıp, arkasındaki desteği sorgulamadan, değirmenin suyunu sormadan, işbirlikçinin, fırsatçının, hainin borusunu öttürüp oyunun kurallarına övgüler dizenleri düşünüyorum.
Urfa’nın Kısas Köyünden Dertli Divani sürdürüyor;
“Yaşanılası dünyanın/ Ne tadı ne tuzu kaldı
Ömür denen şu zamanın/ Çoğu gitti azı kaldı
Çalışmadan yiyenlerin/ Derimizi giyenlerin
Nice benim diyenlerin/ Ne izi ne tozu kaldı
Çürük ökçe yırtık taban/ Kurdu kuşu ettik çoban
Gariban daha da gariban/ Ne çulu ne de bezi kaldı
Bizden geçinen kalleşler/ Döner geri bizi taşlar
Sustu yaren yoldaşlar/ Ne sözü ne özü kaldı”
Şenlik alanını çevreleyen bahçenin adam boyu taş duvarları üzerinde oturup, ayaklarımızı sallamışız. Üzerimizde meyveye durmuş ceviz ağacı. Üşüten gece serinliği. Dinliyoruz;
“Giriftar eyledin beni bu derde
Bu senede bu aylarda bu demde
Yüz bin derman versen almam bu derde
Yaramı ellere bağlatma yar yar”
Ne olursa olsun, bu halktan yüz çevirmek yok. Umutsuzluğa yer yok!..
14 Ağustos 2007
Yüreğine ve emeğine sağlık. Harikasınız.